1. Evde Kalan Erkekler Üzerine Düşündünüz mü?
25 yaşını geçmiş, üniversite mezunu, iş arayan bir genç erkek hâlâ ailesiyle yaşıyorsa, ona yönelik ilk tepki çoğu zaman eleştirel olur. “Ne zaman kendi ayaklarının üzerinde duracak?”, “Hâlâ ailesinin eline mi bakıyor?” gibi cümleler, bireyin gerçekliğinden uzak bir bakış açısını yansıtır. Oysa bu tür durumların arka planında sadece kişisel tercihler değil; derinleşen ekonomik sorunlar, toplumsal beklentiler ve değişen yaşam dinamikleri bulunur.
Bu yazıda, aile evinde yaşamaya devam eden genç erkeklerin durumunu farklı yönleriyle inceleyecek; bu bir zorunluluk mu, yoksa tercih mi? sorusunun ötesine geçerek, neden bu kadar yaygınlaştığını sorgulayacağız.
2. Ekonomik Gerçekler: Kira Değil, Bir Hayat Bedeli
Büyük şehirlerde bir oda kiralamak bile çoğu genç için lüks haline geldi. Kira, fatura, mutfak giderleri ve ulaşım gibi kalemler bir araya geldiğinde, tek başına yaşamak neredeyse imkansız bir mali yük doğuruyor.
İşsizlik oranları özellikle gençler arasında yüksek. Mezun olduktan sonra uzun süre iş bulamayan genç erkekler, yalnızca maddi değil, psikolojik olarak da yıpranıyor. Bu koşullar altında aile yanında kalmak bir konfor tercihi değil, çoğu zaman bir hayatta kalma stratejisi oluyor.
Pandemi sonrası ekonomik daralma, yalnızca iş bulmayı değil, var olan işlerde kalıcılığı da zorlaştırdı. Bu da gençlerin bağımsız yaşama adım atmasını sürekli ertelemelerine neden oluyor.
3. Toplumsal Normlar ve Aile Kültürü: Kalmaktan Öte, Beklenmek
Türkiye’de aile bağları güçlüdür; bu, bir yandan dayanışmayı artırırken diğer yandan bireyselleşmeyi zorlaştırabilir. “Anne yemeği” ya da “baba ocağı” kavramları sadece nostalji değil; toplumsal beklentilerin, hatta kontrolün bir uzantısıdır.
Toplum erkeklere "geçimi sağlama" sorumluluğunu yüklerken, iş bulamamış bir genci yalnızca ailesiyle yaşadığı için eleştirmek, bu çelişkinin kendisidir. İşsizlik baskısıyla baş etmeye çalışan birey, bir de bu sosyal yargılarla karşılaştığında, psikolojik olarak geri çekilir.
Aile içinde kararlar genellikle ortak alınır. Bu yapı bazen destekleyici olsa da, bireyin kendi yolunu çizmesini de geciktirebilir. Özellikle erkek çocuklarına daha fazla “koruma” sağlandığı için, ayrılık süreci daha yavaş ilerleyebilir.
4. Eğitim ve İş Hayatına Geçişteki Gecikmeler
Üniversiteye giriş, mezuniyet, yüksek lisans, KPSS hazırlığı, dil kursları derken gençlerin aktif olarak üretime katılması sürekli erteleniyor. Bu süre uzadıkça, bireylerin aile desteğine olan ihtiyacı da artıyor.
“İyi bir kariyer için bekle” anlayışı, gençleri uzun süre iş hayatının dışında tutuyor. Bu süreçte kendi gelirini elde edemeyen birey, ekonomik nedenlerle aile evinden çıkamıyor.
Burada önemli bir nokta var: Bu durumu yalnızca bireyin tercihi olarak görmek hatalı olur. Sistemin sunduğu sınırlı olanaklar, geçiş dönemini uzatıyor ve gençler için bağımsız bir yaşam kurmayı daha da güçleştiriyor.
5. Erkekler Neden Daha Uzun Süre Evde Kalıyor?
Kadınlar evden genellikle evlilik yoluyla ayrılırken, erkekler için “ev kurma” süreci daha çok ekonomik bağımsızlıkla ilişkilendirilir. Bu da erkeklerin evde kalma süresini uzatır.
Erkeklere yüklenen toplumsal roller (ev geçindirme, güçlü olma, dış dünyada ayakta kalma) özellikle işsizlik döneminde ağır bir baskıya dönüşür. Ailede kalmak bu baskıdan bir nebze koruma sağlarken, dış dünyada “başarısızlık” olarak görülür.
Bu çelişki, erkek bireyler üzerinde ciddi bir özsaygı sorunu yaratabilir. Bu nedenle, evde kalmayı tembellik veya rahatına düşkünlük olarak görmekten ziyade, içinde bulunulan koşulları dikkate alarak değerlendirmek gerekir.
6. Gelecek Perspektifi
Peki bu döngü nasıl kırılır? Gençlerin bağımsız yaşama geçişi için yapısal adımlar şart. Uygun fiyatlı sosyal konutlar, gençler için özel istihdam programları, işsizlikle mücadelede daha yaratıcı ve sektörel çözümler büyük önem taşıyor.
Ancak sadece ekonomik değil, kültürel anlamda da bir dönüşüme ihtiyaç var. Ailede kalmak, bazen mantıklı ve sağlıklı bir tercih olabilir. Yeter ki bu karar bireyin potansiyelini bastırmasın. Bağımsızlık, tek başına yaşamakla değil; kendi yaşamının sorumluluğunu alabilmekle ölçülür.
Bu noktada, bireysel deneyimler bize çok şey söylüyor. Örneğin, 35 yaşındaki bir birey, yalnız yaşamanın ekonomik anlamda gereksiz bir yük olduğunu fark edip aile evine geri dönüyor. Bu sayede hem birikim yapabiliyor hem de kendi evini alıyor. “Evlenmek için biriyle evlenemem, aşk insanıyım,” diyen bu kişi için aile evine dönüş, bir geri adım değil, uzun vadeli bir yatırımın önünü açan stratejik bir karar.
Benzer şekilde, 30 yaşındaki başka bir birey, yıllarca farklı şehirlerde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışıyor. Ancak kazancının neredeyse tamamı kiraya, faturalara ve temel ihtiyaçlara gidiyor. Özgürlük hissi var ama sürekli ev arkadaşlarına bağımlı bir düzenin içinde. Sonunda ailesinin yanına dönerek masraflara harcaacağı parayı biriktirme kararı alıyor. Artık kazancını biriktirebiliyor, nefes alabiliyor. Özgürlüğün tanımı, onun için artık yalnız yaşamak değil; ekonomik istikrar.
Bir başka genç ise üniversite sonrası hayal kırıklığına uğradığını paylaşıyor. Lise yıllarında, meslek seçimiyle ilgisi olmayan dersleri geçmek için harcadığı zamanın sonunda, sistemin iş güvencesi sunmadığını fark ediyor. “Eğer küçük yaşta tutkuma yönelseydim, belki şimdi çok daha farklı bir yerde olurdum” diyor. Bu sözler, sistemin sadece bireyi değil, bireyin potansiyelini de nasıl sınırladığını gösteriyor.
Bu örnekler, aile evinde kalmanın neden her zaman "kaçış" ya da "tembellik" olarak değerlendirilmemesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Aksine, bu durum kimi zaman bir geçiş stratejisi, kimi zaman da mevcut koşullarla uyumlu bir yaşam planı olabilir. Toplum olarak bireyleri tek bir kalıba sokmak yerine, onların içinde bulundukları gerçekleri anlamaya çalışmak daha yapıcı bir yaklaşım olur.
Belki de en önemli değişim, “evde kalmak başarısızlıktır” gibi yüzeysel yargılardan uzaklaşarak, gençlerin hayatlarında daha anlamlı yollar çizebilmelerine alan tanımaktan geçiyor.
7. Sonuç
Aile evinde yaşayan işsiz erkekler meselesi, yalnızca bireysel bir yaşam tercihi ya da “evde kalmayı seçti” gibi basit açıklamalarla geçiştirilemeyecek kadar çok katmanlı bir konu. Ekonomik belirsizlikler, toplumsal normlar, eğitim sisteminin çıkmazları ve kültürel kodlar, bu yaşam biçiminin arkasındaki görünmeyen ağı örüyor.
Bu nedenle, bu durumu sadece "çalışmıyor", "evden çıkmıyor" gibi etiketlerle yargılamak, hem insafsız hem de yüzeysel olur. Çünkü bazen aile evinde kalmak, hayatta kalmanın, birikim yapmanın, ya da yeniden yön bulmanın tek yoludur. Bazen bu bir mecburiyet, bazen de uzun vadeli bir stratejidir.
Toplum olarak artık şu soruları daha yüksek sesle sormalıyız: Gerçekten bağımsızlık nedir? Tek başına yaşamak mı, yoksa kendi hayatının sorumluluğunu alabilmek mi? Bir bireyin evde kalıyor olması, onun potansiyelini yok saymak anlamına mı gelir, yoksa o potansiyeli korumaya çalışmak mı?
Bu yazıdaki örneklerde olduğu gibi, her bireyin yaşamı kendine özgü ve çok katmanlıdır. Bu nedenle, yargılamadan önce anlamaya çalışmak, hem toplumsal dayanışmayı güçlendirir hem de empatiyi besler.
Sizce aile evinde yaşamak bir zorunluluk mu, yoksa bilinçli bir tercih mi?
Kendi deneyimlerinizden ya da çevrenizdeki gözlemlerden yola çıkarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yorumlarda buluşalım, çünkü bu konuyu konuşmaya ve birbirimizi duymaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.